Herhangi bir sağlık sorununuz var mı? Bu soruya yanıtınız “Ohooo hangi birini söyleyeyim” de olsa, “Çok şükür taş gibiyim” de olsa bence bu hafta yazdıklarıma şöyle bir göz atıp anlatacağım bilimsel bulguları hafızanızın bir köşesine yerleştirin. Çünkü sanırım işinize yarayacak.
Biliyorsunuz sağlık sorununu davet eden faktörler arasında genetik hassasiyetimiz (irsiyet), yanlış yaşam tarzımız ve kötü alışkanlıklarımız en çok duyduğumuz etkenler arasında. Genetik dışında saydığımız bütün bu faktörleri kökten değiştirsek, mesela iş ve özel hayatımızdaki sorunları çözsek, evimizi kuşların şakıdığı, doğa güzelliklerinin gönlümüzü okşadığı bir ortama taşısak, cebimizi parayla doldursak, kötü alışkanlıklarımızın yerini müzik ve sporla doldursak, organik yemekler yesek hasta olmaktan ya da yakalandığımız hastalıklardan kurtulabilecek miyiz? Bu soruya verilebilecek tek gerçekçi yanıt, “Mutlaka olumlu etkisi olacaktır”. Yani sonuçta “Evet” demek neredeyse imkânsız. Bilimsel verilere göre (çok genç yaşlarda da olunsa) insanoğlunu hangi mükemmel koşula taşırsanız taşıyın, ne yapıp edip bir şekilde hasta olmayı “beceriyor”. 16 yıl öncesine kadar hastalıklara “genetik hassasiyet” böylesi durumlarda en büyük sebep olarak gösteriliyordu. 2000 yılında Duke Üniversitesi’nden araştırmacı Robert Waterland fareler üzerinde yaptığı araştırmasıyla bu yaklaşıma bambaşka bir perspektif getirdi. “Genler radyo düğmeleri (on/ off) gibidir. Açılıp kapanabilirler. Aile bireylerinin hiçbirinde olmayan bir hastalığın belirmesi ya da tüm sülalede görülen bir hastalığın ömür boyunca hiç görülmemesi bu düğmelerin açılıp kapanmasıyla açıklanabilecek durumlardır” dedi. Epigenetik dalında günümüze kadar yıllarca süregelen araştırmalara rağmen “on/off açıklaması” hâlâ yanıtlanamayan sorularla doludur. Kafaları en çok kurcalayan soru ise bu düğmeleri açıp kapayan en büyük faktörün ne olduğudur.
Geçen hafta Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) Dergisi’nde yayımlanan bir makale son 5 yıldır tartışılan çok ilginç bir yaklaşımı biraz daha güçlendirdi: O “düğmeleri” hava kirliliği, kötü gıdalar, radyasyon gibi çevresel etkenlerden çok biz kendimiz, düşünce tarzımız ve inanışlarımızla açıp kapatıyoruz. İşin bilimsel açıklamasına girmeden isterseniz olayı daha anlaşılır bir dilde anlatmaya çalışayım önce: Hastalığa davetiye yazılırken o davetiyenin en altına “Kabul ediyorum” ya da “Davet ediyorum” imzasını atan biz kendimiziz.
“Olur mu öyle şey, kim hasta olmak ister ki?” diye düşünüyor insan lakin şunu unutmamak gerekir: Her birimizin bilinçaltı “bataklık” gibi derin, oldukça karanlık ve karmaşık. Nerede başlayıp nerede bittiği anlaşılmayan bir muamma... Çocukluğumuzdan (hatta bebekliğimizden) itibaren yaşadıklarımız, hayal kırıklıklarımız, travmalarımız, affedememeler, isyanlar, korkular birbirleriyle iç içe... İngilizce’de “mind” olarak tanımlanan (bilinçaltı etkisindeki) düşüncenin fiziksel bedenimize olan etkisi genelde yoga, meditasyon, dini inanışlar çerçevesinde incelenmiştir. Fakat biraz önce sözünü ettiğim PNAS Dergisi’nde okuduğum makale, olayın bilimsel boyutlarını ele almış. Pittsburgh Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde yapılan bu araştırmada nörologlar biraz strese uğrandığında, bilinçaltı uyandığında adrenal korteksin nasıl etkilendiğini, hemen ardından hormonal değişiklikler ve organ fonksiyon bozukluklarının nasıl peş peşe birbirini takip ettiğini çok güzel bir şekilde belgelemişler. Araştırmayı yöneten Dr. Richard Dum şunları söylüyor: “Meditasyon ve yoga yapanların hastalıklara daha az sıklıkta yakalanmalarını ve hastalığa yakalananların ise hastalıklarından daha çabuk bir şekilde kurtulduklarını izlerken hep merak etmişizdir: ‘İnsan düşünceleriyle hasta bir organını nasıl normale dönüştürebilir?’ Ya da sağlıklı bir organını negatif düşünerek ve enerjisini aşağıya çekerek nasıl hastalandırabilir? İşte bu sorular Ağustos 2016’daki bu yayınımızla birlikte biraz daha netlik kazanmıştır.”
Yine aynı grupta araştırmacı olan Dr. Strick ise yapılan basın toplantısında fikirlerini şöyle özetliyor: “Yaşam ve olaylara yaklaşımımızdaki katılık, iç dünyamızın bir yansımasıdır, eğitimle esnekleştirilebilir. Mesela trafikte giderken sizi yanlış sollayan bir sürücüye olan tepkiniz, negatif olaylara karşı tarzınız aslında sizin hücrelerinizi ve hatta genlerinizi etkilemektedir. Organlarınızın hatırı için derin bir nefes alarak arabanızı güvenli olarak kullanmaya devam etmek sizin elinizde. Yoga, Tai Chi gibi sporlar yaparak bilinçaltınızı yatıştırmış, hem mental hem fiziksel olarak esneklik kazanmış bir insana dönüşebilirsiniz.
Sanırım düşünce tarzımızı değiştirmemizde fayda var. Çünkü stresten de, bilinçaltımızdan da kaçış yok. Öyle görünüyor ki bizi çevremizdeki stres odakları, yanlışlar ve diğer tüm dış etkenler değil olan bütün negatifliklere karşı aldığımız tavır hasta ediyor. Olaylara yaklaşım tarzımızın kontrolü başkalarının elinde değil. Düğmeleri açan da biziz, kapayan da...
Yorum Yap
Misafir olarak yorum yapıyorsunuz. Giriş Yap
Yorumunuzun kontrolden geçtikten sonra yayınlanacaktır.